30 Nisan 2012 Pazartesi

ASLINDA HİÇ BİRŞEYE SAHİP DEĞİLİZ

Bir şey için "benim" diye düşünürsem onunla ilgili bir hak iddia ederim; ancak o da benim üzerimde bir hak iddia eder. Bu yüzdendir ki ne kadar çok şeye sahipsem kendimi o kadar çok yük altına girmiş hissederim, çünkü onların tümüne bakmak zorundayımdır. Daha sade bir hayat istemek çok fazla şeye sahip olduğumuzun bir işaretidir. Bir şeylere sahip olabilirim ama onlar için "benim" diye düşünmemeli, onların bir emanetçi olarak kullandığım eşyalar olduklarını düşünmeliyim. Bu bilinç beni sahiplik yükünden kurtarır ve benim bir konuk gibi davranmama izin verir, beraberindekilere iyi bak ama onlara bağlanma.

Bugün bir konuk ve bir emanetçi olma bilincinin alıştırmasını yapalım.
Wedjat
Vikipedi, özgür ansiklopedi
 
Wedjat gözü, Antik Mısır tanrılarından Horus'un sol gözünün adıdır. Tanrının ışığını sembolize ettiği düşünüldüğünden, önemli ve sevilen bir tılsım olmuştur. Wedjat gözü, bilgeliğe ulaşmayı ve onu korumayı temsil eder. Ayrıca, açık ve doğru görme yeteneği verir.
Wedjat, sol göz olması dolayısıyla Ay'ın tanrısallığını sembolize etmektedir. Sağ göz ise Güneş'in tanrısallığının sembolüdür.

Mitolojide Horus, Seth, Osiris ve Wedjat [değiştir]

Mısır'ı yönetmek konusunda hırsları olan Seth, bir gece kardeşi Osiris uyurken gizlice kralın gövdesini ölçtü ve işçilerine, ölçülere uygun tahta bir kutu yapmalarını, bir sanat şaheseri olarak süslemelerini emretti. Daha sonra güzel bir ziyafet düzenledi ve salonun ortasına bu güzel kutuyu getirtti. Ona sahip olmak isteyenin içine girmesi gerektiğini, içine tam uyan kişiye onu armağan edceğini söyledi. Seth'in planladığı gibi davetliler hevesli bir şekilde sıralarının gelmesini bekledi. Sıra Osiris'e geldiğinde, kutuya girdi ve içine uzandı. Tam olarak uymuştu. Osiris tam kutunun içine yerleşmişken suikastçiler kapağı kapttılar ve hiçbir şeyden kuşkulanmayan kralı hapsedecek şekilde kapağı çivilediler. Daha sonra kutuyu Nil'e taşıyıp suya attılar. Akıntı kutuyu, deltanın batısındaki papirüs bataklıklarına kadar sürükledi.
Kocasının öldüğünü duyan tanrıça İsis, Mısır'da heryerde kutuyu aramaya başladı. Sonunda Biblos yakınlarındaki papirüs bataklıklarına kadar gittiğini öğrendi. Oraya ulaşınca, mühürlü kutuyu aldı ve Mısır'a geri döndü. İsis Osiris'in oğlunu doğurdu zamanı gelince ve ona Horus adını verdi. Günün birinde Horus'un babasının intikamını alacağını umuyordu.
Günlerden bir gün Seth avlanırken tesadüfen İsis'in sakladığı kutuya rastladı. Kutuyu görür görmez tanıdı ve çılgın bir öfkeyle açıp Osiris'in vücudunu on dört parçaya ayırdı. Sonra da Mısır'ı dolaşarak Osiris'in parçalarını heryere dağıttı. Seth'in bu son oyunu üzerine İsis Nil nehri boyunca papirüsten yapılmış bir kayıkla sehayat etti ve Osiris'in gövdesinin parçalarını bulana kadar dolaştı. Nerede bir parça görse onu aldı. Gövdenin on dört parçasını da tamamladığında hemen işe koyuldu. Osiris'in kafasını, bedenini, kollarını ve bacaklarını, kalbini tekrar bir araya getirdi. parçaları balmumu ile birleştirdi, tatlı kokular ve merhemler sürerek büyük keten bir kumaşla mumyaladı ve gömdü.
Osiris bu şekilde gömüldükten sonra, Horus babasını yaşama döndürmek için üzerine düşeni yapmaya hazırdı. Tanrıça İsis'in Osiris'e yeni bir hayat verecek sihirli sözleri söylemesinden sonra ölü tanrı hayata döndü, nefes almaya ve kıpırdamaya başladı. Sonra Horus Wedjat'ı çıkardı, babasının ağzına koydu ve ondan gözü yutmasını istedi. Bunu yapar yapmaz Osiris çok daha güçlü bir hale geldi; konuşma, görme ve yürüme yeteneklerini tekrardan kazandı. Ra'nın yardımıyla Horus Öteki Dünya'dan yeryüzündeki tanrıların dünyasına kadar ulaşabilecek uzunlukta bir merdiven yaptı. Hepsi birlikte tanrılara katılabilmek için tırmanmaya başladılar. Osiris tanrıların arasına katıldığında Ra onu tanrıların ve Öteki Dünya'nın kralı yaptı. Horus da babasının yerine Yukarı ve Aşağı Mısır'ın kralı oldu. Böylece Horus da tanrılar arasındaki yerini almış oluyordu.
Kaynak: Donna Rosenberg, World Mythology
 
 
Öncelikle, güç ve sağlık konusunda gördüğümüz gibi hata ve aşırılık sonucu yokol...ma bu şeylerin doğasında olduğunu gözönüne almalıyız. Eksersiz eksikliği gibi aşırı fiziksel egzersizler gücü yokederler; aynı şekilde çok fazla veya çok az miktarda alınan içki ve gıda sağlığı bozarlar, buna karşın ölçülü miktarda alındığında sağlığı gerçekleştirirler; arttırırlar ve korurlar. Tüm tehlikelerden kaçan ve korkan, hiç çekinmeden bu tehlikelere direnemeyen kişi alçak hale gelir. Diğer taraftan hiçbir şeyden korkmayan ve tüm tehlikelerin karşısına çıkan kişi yürekli hale gelir. Benzer biçimde tüm zevkleri tadan ve hiçbirinden korunamayan ahlaksızlığın içine düşer, ve bu zevklerin hepsinden kaçınan, hödüklerin yaptığı gibi içindeki tüm duyarlılığı körletir. Böylece, eksiklik gibi aşırılık, ılımlılığı ve yürekliliği yokeder; buna karşın ölçülülük bunları korur….

[Bu, hangi tür alışkanlığın erdem olduğunu belirlemeye yarar.] Sürekli ve bölünebilir herşeyin içinden, ister şeyin kendisine göre olsun, ister bize göre olsun, daha büyük, daha küçük veya eşit parçalar alınabilir, bu aşırılığın ve eksikliğin ortasıdır. Örneğin bir şeyin ortasının, iki uçtan eşit bir biçimde uzakta olan şey olduğunu ve bu orta noktanın bir ve herkes için aynı olduğunu söylüyorum; ama, bize göre, ne aşırılıkla, ne de eksiklikle ele geçirilemeyen şeydir; ve bu orta nokta ne birdir, ne de herkes için aynıdır. Bu şekilde eğitimli her insan bir sanatın içinde aşırılığı ve eksikliği yokeder, tam orta noktayı arar ve seçimini oraya sabitler, bu tam orta noktayı, şeyin kendisine göre bize göre olarak anlıyorum…. Oysa erdem her sanattan daha kesin ve daha istenirdir ve doğanın kendisi gibi tam ortayı hedefler. Ahlaksal erdemden sözediyorum: aslında tutkularımızla ve eylemlerimizle ilgilidir, oysa bunların içinde bir aşırılık, bir eksiklik ve bunların ortası vardır….

O halde erdem, kesin bir seçimi içeren, akıl tarafından belirlenmiş ve duyarlı bir insanın belirleyebileceği bir şekilde olan, bize göre tam ortada bulunan bir varolma biçimidir. Bu, bir tarafta aşırılıktan, diğer tarafta eksiklikten doğan iki kötülüğün ortasmdadır; ve tutkulann olması gerekenin gerisinde, eylemlerin ötesinde olabilmesi gerçeği karşısında tam ortayı bulmak ve seçimi oraya sabitlemek erdeme düşmektedir. İşte bu sebepten özü ve koşullarının tanımı ile erdemin tam orta olduğu söylenmektedir; ama eşsizliğine ve iyiliğine gelince, erdem aynı zamanda bir en fazladır.
See More
Sol Yanım

Kasvetli bir atmosfer basıncı altındayız. Soluk alışımız bile tehlikede, alkol kokuyor mu diye “sınıf sınıf “etrafımızda dolanıyorlar.

Yarın, 1 Mayıs, “bizim sınıf” ise bir günlüğüne de olsa hep birlikte ayağa kalkacak; öyle korkacaklar ki zalimler, bu kez onlardan başka kokular çıkacak.

AKP ayrıca zulüm kokuyor! Her kıpırdanışlarında burnumuza gelen ölüm kokusu. Yakın zamana dek bu kokuyu bastırmak için hacıyağı boca ederlerdi üstlerine başlarına. Artık oligark oldular ya, şimdi kadim burjuvazinin, misal TÜSİAD’çıların, kasa kokusuna da göz diktiler.

Ama biz demiştik! 28 Şubat’ta da lafı getirdiler para’ya bağladılar, sermayenin kendi içindeki sınıf kavgasına bağladılar. RT Erdoğan ilan etti: 28 Şubat MÜSİAD’çılara karşı yapılmış! Bu yüzden serbest piyasa rekabeti yerine devlet destekli MÜSİAD hükümranlığı vaat etti. “Sizler Anadolu Aslanlarısınız” dedi. Anadolu Aslanlarına “mağduriyetleri” nedeniyle daha fazla kıyak yapacakmış! Ve bizler de bu işlerin “demokrasi” adına halledilişindeki hinliğe bakıp “yersen” diyeceğiz ve onlar da hakikaten yiyecekler!

Ve sonunda Anadolu Aslanlarının önüne Anadolu Spartaküsleri atılacak...

Ve elbette bu Aslanlara “yem” bulmak için “rıza” oluşturmakla yükümlü AKP yoldaşları, her boydan liberali ve solucan solcularıyla, Spartaküslere diyecek ki: “Hiç canınız yanmayacak, her şey sizin iyiliğiniz için!”

Tam da yine bunları tekrar edecekken, liberaller de can evlerinden vurulmadılar mı? Önce Şehir Tiyatroları tartışması ve ardından içki yasağı mevzusunda, hıçkırık tuttu Tayyip’in yoldaşlarını.

Hıçkırık tuttu ama Ahmet Altan getirdi mevzuu yine Kemalistlere bağladı! Ona göre “gerçek dindarlar” böyle yapmazmış. Nasıl şehirli Kemalistler geçmişte modernleşme kamuflajıyla bazı haltlar yediyse şimdi de kasabalı dindarlar din kamuflajı altında bu haltları tekrarlıyorlarmış. “Din, ahlak ve kasaba” yazısında hızını alamadı, gerçek dindarların, mesela belediye nikâhını değil imam nikâhını makbul saydığını hatırlattı. Ama portakaldı, orada kaldı. Öyleyse, devamını ben getireyim: Gerçek dindarlar hakikaten, dört kadınla evlenmeyi, kadınları mirastan mahrum bırakmayı, şeriat yasalarının hüküm sürmesini filan makbul sayarlar. Çünkü inançları böyle. Merak eden Kuran ve hadis okusun. Öyle değil mi?

Değilmiş. Eh işte, Altan’ın elinden gelen sadece bu kadarıymış. AKP’nin yediği haltları da Kemalizm’e bağlamak, onları Kemalist olmakla suçlamak! Lügatinde başka suçlayıcı kavram yok. Ama bizim gibiler, AKP’nin de toplum mühendisi olduğunu söylediğinde derhal Ergenekoncu yaftası yemedi mi?

Ve Murat Belge aynı konuda “Ahmet Altan’la birbirine çok yakın düşen yazılar yazdığımızı gördüm” dedi ve kendince bir başka “suçluyu” ifşa etti: “Kırk yıl önce komünizm modayken gene kasabalı devrimciler, sözgelişi ODTÜ gibi bir yerde el ele gezenlere bunu yasaklıyor ve ‘bacı’ kültürünü biçimlendiriyorlardı. Böyle yapmakla komünist bir ahlâk oluşturduklarından şüpheleri yoktu, ama yaptıkları, gerçekte, kasaba anlayışını ‘devrimcilik’ kanalından büyük kente taşımaktı.”

Hayır, kırk yıl önce devrimciler, şifreli laflar gibi anlaşılacak ama, “bacı” değil “kasket” suçlamasına maruzdular. (“Bir komünist evine geldiğinde askıda arkadaşının kasketini görünce, onun karısıyla beraber olduğunu düşünür ve içeri girmezmiş” iftirası!) Şimdi Murat Belge “kasket” iftirası benzeri bir yalanı söylemekten çekinmiyor. (Bu “ODTÜ örneği” yalanına, İletişim Yayınlarından çıkan “Sol” başlıklı kitaba yazdığım “Devrimci Yol” yazısında 777. sayfadaki 63 nolu dipnotta bizzat cevap vermiştim. Belki de Belge hem bunu okumuş hem de yalanını yazmıştır.)

İşte böyle, hem yalancılar hem şallak mallak olduklarından ne dediklerini de bilmiyorlar... Devrimcilere iftira atarken, AKP’lilere de gerçek dindar kimdir, nasıl gerçek dindar olunur, onu belletmeye koyuldular...

***

Bir yanda bunların politikaları, ölüm kokuyor, yalan kokuyor, sömürü ve zulüm kokuyor... Öte yanda bizim politikalarımız, devrimcilerin politikaları, tercihleri; yarın bir kez daha bahar kokacak...

Sömürülen işçi kokacak, horlanan kadın kokacak, dışlanan Kürt ve Ermeni, inkâr edilen Alevi, hasta sayılan eşcinsel kokacak. İnsan kokacak.

Çünkü biliyoruz, devrimi, gerçek anlamıyla yaşamı başkalarının elinden “kendi elimize” alarak değil, yaşamlarının yine “onlara” (sömürülen sınıflara, ezilen milliyetlere, ezilen cinsiyete, asimile edilen kültürlere) iade edilmesi mücadelesiyle, bu tarz özgürleşme kaygısıyla başarabileceğiz...

Devrim, zaten işte bu tarz bir meydan okuma değil mi?

Ve elbette özgürleşmeye yönelen bu sınıflar ve insanlar, doğaya da yaşama hakkını iade etme bilincine ve doğaya yaşama hakkını iade ederken bu doğanın bir parçası olarak (HES örneğinde özdeneyimleriyle yaşadıkları üzere) kendilerini özgürleştirme bilincine de erişecekler.

İşte bu yüzden devrim yapmak adeta şiir yazmaktır:

Devrimci için, mesela doğadaki akasya çiçeğini üzüm salkımı gibi koparıp yiyebilmek de önemli. Çünkü akasyanın varlık nedeni: Bir, çocuklar çiçeklerini yesinlere; iki, yaşlılar gölgesinde otursunlara bağlıdır. Bu ikisi olmuyorsa, çocukluğun, yaşlılığın ve akasyanın ne lüzumu var?

Devrimci için, mesela sırtüstü yattığı yerden, biçimden biçime giren bir bulutun şaklabanlıklarını seyretmek de çok önemli. Çünkü bulutun varlık nedeni: Bir, çocuklar oynasınlara; iki, yaşlılar düşlere dalsınlara bağlıdır. Bu ikisi olmuyorsa, bulutun ne lüzumu var?

Devrimci için, bilhassa dalgalara düşmek, hayal kurabilmek çok ama çok önemli. Çünkü aykırı düşlerde yalnızlığa meydan okuyabilmek, her yenilgiden sonra zalimlere karşı bir kez daha “hadi!” diye yekinebilmektir devrimcilik...

İşte akasya çiçeğinin, bulutların ve “hadi” diye yekinebilmenin anlamını bilmeyenler ve böyle bir yaşamı özlemeyenler, Altan ya da Belge gibi kupkuru, yalanla dolanla yaşayanlar bakımından, düşünmenin ve sosyalist olmanın ne lüzumu var? Sosyalizmin ne lüzumu var? Devrimin ne lüzumu var? Örgütlenmenin ne lüzumu var?

Ama hâlâ “Lüzumu var” diyenler... Sahipsiz kalmış “bilinç”lerin nasırlaşmış kabuklarını kıracaklar... Rasyonalize edilerek kurutulmuş “vicdan”ları kanatacaklar... Özgürlük ve eşitlik davasına kayıtsız kalan “birey”lerin “vicdan azabı” olacaklar...

Çünkü: Mutluluk ideolojisidir sosyalizm! Kısacık ve ufacık mutlulukları çoğaltabilmek için öfkeli kavgalara girmeyi göze alabilmek, upuzun ve kocaman umutları kovalamayı sürdürebilmektir,

Yani? Yarın da görüleceği üzere, Spartaküslerin, çakma Aslanlara karşı kükremesidir...






MELİH PEKDEMİR

17 Nisan 2012 Salı

'Hiç bir sevgi fırsatını kaçırma. Sokaklarda yürürken bile sevebilirsin. Kimseye bir şeyler vermen de gerekmez, sadece gülümse yeter. Onun bir maliyeti yoktur, içten bir gülümseme kalbini açar, kalbini daha canlı yapar. Birisinin elini tut ...- bir arkadaş ya da bir yabancı fark etmez. Doğru insanla karşılaşınca seveceğim diye bekleme. O zaman hiçbir zaman gelmeyecektir. Sevmeye devam et. Daha fazla sevdikçe doğru insanla karşılaşma için ihtimaller de artacaktır çünkü kalbin bir çiçek gibi açmaya başlayacaktır. Ve çiçekler açan bir kalp de, kendisine daha fazla arı, daha fazla sevgili çekecektir.''
OSHO
 
 

UZAY VE ZAMAN

Siz Uzay ve Zaman'ın kesişiminden İmal edildiniz...

by Şamil Şhapli Erkan on Tuesday, February 14, 2012 at 8:44pm ·
İnsanoğlunun en temel sorusu “Kimim?” ve “Nereden geldim?” Öyle ki bu iki soru tüm dinsel inanışını, politikasını, karakterini hatta arabasında dinlediği müziğe kadar yaşamını etkiliyor. Bilimadamlarının peşine düştüğü en büyük teori de herşeyin teorisi, şu anda farklı nedenlerle açıklanan bu bir çok kuvveti, evren görüşünü tek bir modelle ortaya koymak.
Newton’un dünya ölçeğinde halen kullanılmakta olan kanunları, Einstein’in anlaması da anlatması da “Bin Bir Gece Masalları” gibi hem egzotik, hem hem hikayeler ilerledikçe anlaşılan yapısıyla karmaşık olan Genel Görelilik / Özel Görelilik Teorileriyle son buldu.
Kısaca rölativite dediğimiz unsurlar, her yeri homojen olan evren modelini yıktı. Basit kütle çekimine dayalı evrensel gökcisim hareketleri, yerlerini uzay-zamanın büküldüğü, esnediği, katlandığı, uzayarak karadeliklere çöktüğü hallere bıraktı.
New Scientist'e göre bizler “uzay-zaman”dan oluşmuşuz. Yani uzayın ve zamanın bir şerit gibi bükülmesi sonucu uzay zaman düzlüğünde görülen biçimleriz.
Bu temel atom altı parçacıkların hatta daha büyük parçaların, uzay-zaman bükülmesinin yönüne göre isimlendirilmesini de getiren bir teori ki bana hem çok inandırıcı hem de çok yenilikçi geliyor. Dediğim gibi teori üzerine okumaya devam ediyorum. Ama en garip olanı bizim ve tüm evrenin koca bir deniz gibi tek parça olmasına karşın kendi üzerine katlanmış minik çok minik uzay-zaman bükülmeleri olmamız. Çok ama çok garip; Siz Uzay Zamandan Yapıldınız! (You are made of Spacetime!)
“EVREN ASLINDA İÇİNDEKİ TÜM GÖKCİSİMLERİ VE CANLILARIYLA TEMELDE DEV BİR BİLGİSAYAR MI?
TEK BİR ZEKA MI?
BU DEV ZEKANIN HER QUBİTİ (KÜBİTİ, QUANTUM BİT’İ) BİR TEMEL PARÇACIK MI?
EVREN YAŞARKEN AYNI ZAMANDA SÜREKLİ BİR HESAPLAMA MI YAPIYOR?
ÖYLEYSE NEYİ HESAPLIYOR?
YAŞAM ASLINDA BİR PROGRAM MI VE ZAMAN BU PROGRAMIN ADIMLARI MI?"
İşte bilimadamları yukarıdaki bu bu modelleme ile bu dev ölçekteki bilgisayarın nasıl oluşturulabileceğini ortaya koymaya çalışıyorlar
In Markopoulou and Kribs’s version of loop quantum gravity, they considered the universe as a giant quantum computer, where each quantum of space is replaced by a bit of quantum information. Their calculations showed that the qubits’ resilience would preserve the quantum braids in space-time, explaining how particles could be so long-lived amid the quantum turbulence.” http://www.newscientist.com/article/mg19125645.800.html
-Uzay Zaman; uzay ile zamanı "uzay-zaman sürekliliği" adı verilen yapıda birleştiren matematik modeli.
Öklitçi yaklaşıma göre evren uzayın üç boyutu ve dördüncü boyutu oluşturan zamandan oluşur. Fizikçiler, uzay ve zaman kavramlarını tek bir çatı altında birleştirmek yoluyla, karmaşık fizik teorilerini önemli ölçüde basitleştirmeyi ve evrenin işleyişini süpergalaktik (Fiziksel Kozmoloji) ve altatomik (atom altı, bkz. Kuantum Fiziği) seviyelerde daha basit ve ortak bir dilde açıklamayı başarmışlardır.
Klasik mekanikte, Öklid uzayı kullanımı, uzay-zamanı kendine mal etmek yerine, "zaman"ı gözlemcinin hareket durumundan bağımsız olarak evrensel ve değişmez gibi kabul edip ele alır. Göreliliğe dayalı bağlamda ise "zaman", uzayın üç boyutundan ayrı olarak düşünülemez; çünkü bir objenin vektörel hızı, ışığın hızı ve bir de güçlü yerçekimsel alanların gücü ile ilişkilidir. Bu yerçekimsel alanlar zamanın ilerleyişini yavaşlatabilir, ve bir o kadar da gözlemcinin hareket durumuna bağımlıdır. Bu nedenle de evrensel değildir.
Evrensel dediğimiz, bir olgunun evrenin her köşesinde doğru ve değişmez olmasıdır. Ancak Albert Einstein'ın kurduğu "Görelilik Kuramı"na göre zaman evrenin her köşesinde aynı değildir ve gözlemciye göre değişir, görecelidir. Örneğin, kütle uzay-zamanda eğrilikler yaratır. Burada zaman bükülür ve zaman bu eğride bulunan bir gözlemciye göre, dışarıda duran bir başka gözlemciye göre olandan daha yavaş akar. İşte burada "zaman" evrensel değildir.
Bu bükülmeyi şu şekilde açıklayabiliriz: Düz bir yatak düşünün. Bu yatağın üzerine gergin bir çarşaf serin ve hiç kırışıklık olmasın. İşte bu dümdüz çarşaf iki boyutla tanımladığımız uzay-zaman düzlemi olsun. Şimdi bu düzleme bir gezegeni simgeleyen demir bir bilye koyun. Bilye yatağa biraz gömülüp bir göçük yaratarak çarşafı da bükecektir. İşte zaman da bu şekilde demir bilye ile simgelediğimiz kütle yardımıyla bükülebilir. Kütlenin artışı, bu kütlenin uzay-zaman düzlemini büküşünü arttırır. Kütle arttıkça göçük de artar. Eğer kütle ölçülemeyecek boyutlarda aşırı büyük olursa uzay-zaman düzlemi ışığı bile hapsedecek kadar göçecektir. İşte bu göçük karadelik olarak adlandırılır. Eğim çok olduğu için ışık karadelikten girer ama geri çıkmaz. Bazı teorilere göre bu içeri giren ışık evrenin başka bir noktasından geri çıkar. Bu teorilerde karadelikler dipsiz kuyular değillerdir, iki ucu açık bir boru gibi düşünülebilir.
-Eğri Uzay Zaman
Einstein 1905 ve 1915 yillarinda ortaya attigi özel ve genel görelilik kuramlariyla dogaya, maddeye, uzaya ve zamana farkli bir bakis açisi getirdi. Onun bu buluslariyla; belki de fizik, felsefe dalinda en Önemli sinavini veriyordu. Birbiriyle Ilintili olan bu kuramlara göre; hareket eden saatler yavaslayabiliyor, cetvellerin boylari kisaliyor cisimlerin kütleleri, hizlari dolayisiyla artabiliyordu. Einstein'in yeni denklemleri Newton’un koydugu klasik anlayisa, ancak isik hizindan çok küçük hizlarda uygunluk göstermekteydi. Einstein. hep saatlere, cetvellere ve gözlemcilere bagli olmayan evrensel bir çekim kurami hayal ederdi ve Tanri'nin, kendine bir keçi inadi ile Iyi koku alan bir burun verdigini söylerdi. Gerçek su ki; O'nun bu özellikleri amacina ulastirmisti. Genel görelilik kurami, kütle çekiminin nasil isledigini anlatir. Ama bunu yaparken; hiçbir zaman çekimi bir kuvvet olarak düsünmez. Bunun yerine, cisimlerin çevresindeki çekim alanlarinin, uzay ve zamanin bükülmesi sonucu olustugunu söyler. Cisimler, içerdikleri kütlelerine oranla uzayda çukurluklar olusturur. Ve zamanin akisini yavaslatir. Ancak uzayin derinliklerinde, tüm çekim kaynaklarindan uzakta, uzay ve zaman tam anlamiyla düzdür.
Çekim alaninin gücü arttikça uzay-zaman egriligi de artis gösterir. Bütün bunlardan çikan sonuç sudur: Madde uzay-zamanin nasil egilecegini, uzay-zaman da maddenin nasil davranacagini belirler. Uzay-zaman düsüncesine somut bir örnek olarak sunu verebiliriz: Ilik bir yaz gecesi uzaya baktiginizi düsünün. Binlerce yildiz, gözlerinizin önüne serilmistir. Bize en yakin yildizlardan olan Sirius'a gözlerimizi kaydirdigimizi haya! edelim. Sirius. günes sistemine yaklasik 8,5 isik yili uzakliktadir. Bu ise; o yildizdan çikan bir isik isininin gözümüze ancak 8,5 yil sonra ulasabildigini bize anlatir. Yani yildiza bakmakla onun 8,5 yil önceki halini görmekteyiz. Ya 250 milyon isik yili uzakliktaki bir galaksiyi gözlemledigimizi düsünsek? Tahmin edersiniz ki; galaksinin yeryüzünde dinazorlarin hüküm sürdügü devirlerdeki görüntüsünü algilariz. Sonuç olarak, yildizlara bakmakla uzayin zamandan ayri düsünülemeyecegini kavrariz. Çünkü, gökyüzünü incelerken, aslinda evrenin geçmisine bakmaktayiz. Iste. birbirinden ayri olarak düsünmedigimiz bu dört boyutlu anlayisa (en. boy. yükseklik, zaman) uzay-zaman denir.
Nasil, bir cetvel uzunlugu ölçüyorsa . kolumuzdaki saat de zaman yönünde uzakligi ölçer. Einstein. kuramin matematiksel ispati yaninda bir de deney önerdi. O'na göre Günes de isigi belli bir oranda saptamaliydi. 1919'da bir Günes tutulmasi esnasinda, uzaydaki konumu önceden bilinen bir yildiz üzerinde gözlem yapildi. Gerçekten de. yildizin isigi Günes'in yanindan geçerken: uzay-zaman egriligi nedeniyle önceki konumundan daha açikta görülüyordu. Gözlem sonunda elde edilen sayilar da teorik hesaplarla bulunana yakindi. 60 yil boyunca tekrarlanan diger deneyler de Einstein'i hakli çikardi.
Günümüzde de çok hassas aletler yardimiyla, uzayda yapilacak bir deney düsünülüyor. Dünyanin dönme ekseninin bulundugu düzlem üzerine, yaklasik 640 km yükseklige yerlestirilecek GP-B kütle çekim araci en hassas uzay-zaman gözlemini yapacak. Görelilik kurami, uzayin egriligine bagli olarak zamanin da akisinin yavaslayacagini belirtir. Uzayda, egim ne kadar fazlaysa o bölgede ayni oranda. zaman yavas isler. Egimin en fazla oldugu yerler de gök cisimlerinin merkezleridir. Merkezden uzaklik arttikça zamanin büzülmesi de azalir. Çok katli bir binanin zemin kati ile en üst kati arasindaki zaman farki ilk defa 1960'da ölçülebildi. Günümüzde isg, en hassas saatler olan atom saatleriyle yapilan çesitli deneyler de bu ilkeyi destekledi.
- Felsefede Uzay-Zaman Kavramı
Uzay ;Aristoteles'te bütün nesnelerin kaplayıcısı, bütün var olanları içinde bulunduran şey; Cambridge Platonculannda Tanrı'nın duyum alanı; Kant'ta dış dünyanın (feno­menler dünyasının) sezgisinin apriori for­mu; Modern matematikte belirli soyut, de­ğişmez gruplar veya takımlar için kullanı­lan bir isim olarak kabul edilmiştir.
Uzay kavramının tarihine göz attığımız­da ilk olarak bazı Pythagorasçılann uzayı, hava ile kaplı bir şekilde tanımladıklarını görmekteyiz. Metafizik sistemlerinin bir gereği olarak Parmenides ve Melissos da boş bir uzayın olabileceği görüşünü redde­derler. Onlar, boş uzayın hiçbir şey olama­yacağını ve bir şey ifade edemeyeceğini dü­şünürler. Demokritos gibi atomcular ise atom ve boşluk arasında yaptıkları ayrım ile onlardan farklı bir uzay tasarımı gelişti­rirler.
Platon'un uzay hakkındaki fikirleri, bir metafor yardımı ile onun Timaios isimli di­yalogunda görülmektedir. Platon, uzayı bü­tün maddeleri çevreleyen ve içeren bir zarf veya kap gibi düşünür. Bu anlayış, doğal olarak uzayın boşluğu fikrini de beraberin­de getirmektedir.
Aristoteles, uzay kavramını, maddenin geometrik yüzeylerinin sınırları mutlak dü­şündüğü yer kavramıyla ilişki içinde gör­meye çalışır. O, hacim ve şekilden ibaret ol­duğunu söylediği maddenin değişmez bir mekânda bulunduğunu belirtir. Bu nedenle biz uzayı, bir dayanak (töz) veya ether ola­rak görebiliriz. Ayrıca, Aristoteles'in koz­molojisinde uzay kavramının, elementlerin hareketlerinin izahı konusunda da kullanıl­dığı görülmektedir. Aristoteles, elementlerin birer doğal yerlerinin olduğunu ve dış­tan bir etki uygulanmadıkça, elementlerin doğal bir eğilimle bu yerlerine doğru hare­ket ettiklerini söylemektedir. Ağır cisimler yer merkezine ulaşmaya, ateş ise ondan uzaklaşmaya çalışır.
Yeniçağ'da Descartes maddenin özü olarak uzayı kabul etmiştir. Descartes'a gö­re uzayın her bir bölümü bir maddenin hac­midir ve boşluk düşünülemez. Bu durumda, bir maddenin diğerinden nasıl ayrılabilece­ği sorusu gündeme gelmektedir. Ayrıca Descartes'a, bir cismin bir diğerine doğru hareketinin de ne ifade ettiğini sormak ge­rekir. Bu ve buna benzer sorulabilecek so­rular ise ancak Riemann'ın değişebilir ka­vi slstem şeklindeki uzay kavramı ile çözü­me kavuşabilecektir.
Uzay (mekân) sorunu, İlkçağ atomcu te­orilerinden günümüzdeki fiziksel teorilere kadar uzanan geniş bîr sahada yer alan, fel­sefenin önemli problem alanlarından birisi­dir. Bu geniş tarihsel perspektif bu alana uzayın sınırsızlığı, mutlaklığı vb. gibi yeni sorunları kazandırmıştır.
Felsefî bakış açısından uzayın gerçekliği sorunu, sınırsızlık problemi ile ilişkili çatış­kıları (and nom ileri) içinde barındıran bir zeminde ortaya atılmış bir problemdir. Uzayın sınırlı olduğunu kabul etmek, bazı izahı güç problemleri beraberinde getirir. Şöyle ki: Sınırlı olması hudutlarının olma­sını gerektirir ki bu da kendisi dışında bir başka uzayın varlığına delâlet eder. Bunun yanında uzayın sınırsızlığını söyleyebil­mek de en az sınırlılığını söylemek kadar zordur. Çünkü bu durumda maddenin sınır­sızca uzandığını veya tamamıyle boş bir uzay tarafından çevrili olduğunu kabul et­memiz-gerekir ki, böyle bir uzay kavramı da anlamsız görünmektedir. Diğer taraftan her mekânın daha küçük mekânları içermesine kadar, uzayın her bir sınır noktası sonsuzca bölünebilir olmalıdır. Ve bu sonsuzca bölü­nenlerin toplamının nasıl olup da sınırlı bîr bütünlük oluşturabileceklerini görmek de oldukça zordur.
Bu konunun felsefî bakımdan temelleri Pythagorasçılar ile Elea Ekolü'ne kadar uzanır. Gerçekte Pythagorasçılar evrenin temel ilkesi olarak ileri sürdükleri sayıların orantısı anlayışının doğal sonucu olarak mekân ve zamanın sonsuz küçüldükte bölünebileceğini ve sonsuz büyüklükte oluşaca­ğını savunmuşlardır. Sonsuz küçüklük ve sonsuz büyüklük kavramları varlıkların ha­reket, değişim ve oluşum durumlarını da sonsuz boyutta algılanacak unsurlar şekline dönüştürmüş oluyordu. Fakat Elea Eko-lü'nün kurucusu Parmenides bu anlayışı reddeder.
Öğrencisi de olan bir başka Elea Ekolü filozofu Zenon (Elealı) Pythagorasçıların ileri sürdükleri iddiaları, yani zama­nın ve mekânın sonsuz bölüneceği, hareke­tin, değişmenin ve oluşun sınırlı mekânda sonsuz bir şekilde sürüp gideceği iddiaları­nı verdiği örneklerle eleştirecektir. Sonsuz bölünmenin, mutlak hareket ve değişmenin evrende, yani sınırlı olan varlıkta ve mekânda mümkün olamayacağını bu ör­nekler ile anlatacaktır. Zenon'un bu örnek­leri içinde ak dan Örneği, bir koşucunun belli uzaklıktaki koşu pistini bitiremiyeceği Ömeği ünlüdür.
Matematikçiler günümüzde sonsuzluk fikrinin içerdiği zorluğu çözmüş oldukları­nı iddia etmektedir. Fakat saf matematik konularında problem ile başarılı bir şekilde ilgileniyor olmalarına rağmen, onlar ger­çeklikte var olan bütün şeylerin bir sonsuz sayısının bulunabileceğini açıkça göstere­bilmiş değillerdir.
Probleme getirilen diğer bir çözüm şekli de tarih boyunca çok defa canlandırılmaya çalışılıp tekrar tekrar ele alınan, Aristote­les'in yaklaşımıdır. Bu çözüm şekli, uzayın ve mekânsal objelerin sadece sonsuzca genişlediklerini ve bir potansiyel duyumda sonsuzca bölünebilir olduklarını ortaya koymaktadır. Yani madde fiilî olarak son­suz değildir. Fakat, uzayın doğasında (yapı­sında) maddenin genişlemesini ve sonsuzca bölünür olmasını durduracak, engelleyecek hiçbir şey yoktur.
Modern bilimsel düşünceye göre kâinat sonludur ama sınırsızdır. Çünkü eğer biz uzay-zaman sürekliliğinde yeteri kadar uzağa gitmiş olabilsek, tekrar başlangıç noktamıza dönmek zorunda kalırdık. Fakat bu, sonsuzca bölünebilme bilmecesini çözmeye yeterli değildir.
Uzay hakkındaki mevcut sorunlardan bir diğeri de onun mutlak veya izafi (göreli) olup olmadığı sorusudur. Eskilerin fikrine göre o, bütün fiziksel dünyayı içinde barın­dıran büyük bir kap gibidir. Uzay, ihtiva et­tiklerinin üstünde ve altında da bir gerçekli­ğe sahiptir ki madde bu boş uzay tarafından çevrelenmiştir. Daha sonraki kuramlara gö­re ise uzay, maddesel şeylerin mekânsal ilişkilerinin toplamı olarak tanımlanmıştır. Mutlakçı teori ise Newton fiziğinde ileri sü­rülmüş fakat modern bilim onu terketmiştir. Bu teori günümüzde sık sık olmasa da filo­zoflar tarafından ileri sürülmekte ve kabul görmektedir. Çünkü onun inkârı aynı za­manda mutlak hareketin inkârını da berabe­rinde getirmektedir.
Uzay, maddenin en genel varlık formu, biçimidir. Onun dışında bir maddenin düşünülmesi mümkün değildir. Kant da uzayın zihnimizde olduğunu ileri sürerken onun apriori bir form olduğuna işaret etmektedir. Fransız düşünürü Descartes ise cismin te­mel özelliğinin yer kaplama (extensa) oldu­ğunu belirtmekte ve mekânın sadece yer üs­tündeki yayılmayı değil, uzunluğu, derinliği ve genişliği de kapsadığını söylemekte­dir.
Albert Einstein'a gelene kadar uzay ve zamanın birbirinden ayrı şeyler olarak ele alındığını görmekteyiz. Bu düşünürün relativite teorisi ile uzay ve zaman birlikteliği gündeme gelmiş ve uzay-zaman (space-time) kavramı felsefî ve bilimsel terminoloji­ye kazandırılmıştır. Gerçekte ise bu kavram ilk olarak H. Minkowski tarafından teklif edilmişse de bilimsel-felsefî temele oturtu­larak birleştirilmesi Einstein'a aittir.
Bu kavrama göre her nesnenin sadece uzunluk, hacimsellik ve ağırlığa değil, fakat zamanda bir süreye de sahip olması gerekir. Diğer bir ifade ile bir nesnenin tanımı, dört konumunun bildirilmesi ile mümkündür. Uzay-zaman kuramının metafıziksel yoru­mu S. Alexander, ve C. L. Morian tarafın­dan yapılmıştır. Onların "yüze çıkma evri­mi" (zuhur! tekâmül, emergent evolution) doktrinine göre uzay-zaman, madde, ya­şam, zihin ve Tann'nın zuhur etmelerinin dışındaki dünyanın matrisidir. Bildiğimiz gibi dünya, asıl uzay-zamanın dışında tekâ­mül etmiştir.
Derlenmiş ve görsellerin bir kısmı sonradan eklenmiştir

11 Nisan 2012 Çarşamba

Meditasyonlarımın Temeli

"Şöyle bir sonuca vardım, bireyden de büyük bir güç var. Bireyler tarafından kontrol edilen ve bireyleri kontrol eden. Tüm anlatmak istediğim, saf ruh daha büyük bir güç alanına bağlıdır, şöyle ki tamamen geriye gittiğinizde anlamaya başlarsınız ve kendinizi en saf duygunuzun içinde görürsünüz" 
George Lucas, 1977

İçinizdeki En saf duygunuza ulaşın, burada Kainatın ve eylemin ötesinde bulunan, büyük güç alanına bir köprü var. O köprüyü geçip, büyük güç alanına ulaştığınızda olayları ve bireyleri yönetebilirsiniz. Benim içimdeki en saf duygular, HUZUR, SEVGİ, ve NEŞE... Dolayısıyla, Köprülerim de bunlar.
BEN HUZURLU BİR RUHUM
BEN SEVGİ DOLU BİR RUHUM
BEN NEŞELİ BİR RUHUM
İşte böylece dramayı ve onun aktörlerini olumlu yönlendirebilirim.... Tıpkı bir önceki döngüde yaptığım ve bir sonrakinde de yapacağım gibi ....

8 Nisan 2012 Pazar

SOKRATES

Yargıçlar Sokrates'e şöyle söylemişlerdi: "Seni affedebiliriz ama artık konuşmam...an şartıyla.
Senin hakikat olarak gördüğün şey içinde yaşadığın insanlar tarafından kabul edilemez bir şey.
Senin hakikatin onları rencide ediyor. Söz verirsen —ve sana güvenebiliriz çünkü senin sözünün eri bir adam olduğunu biliyoruz— bir daha konuşmayacağına, sessiz kalacağına söz verirsen hayatını kurtarabilirsin."

Sokrates'in verdiği yanıt, bir şekilde hakikatle ilgilenen hiç kimsenin unutamayacağı bir yanıttır:
"Ben yalnızca hakikat hakkında konuşabilmek için yaşıyorum. Ve şimdi karanlıkta el yordamıyla ilerlemeye çalışanlara hakikati yayarak yaşama borcumu ödüyorum. Konuşamayacaksam yaşamak için bir neden göremiyorum. Benim yaşamım ve hakikate dair mesajım eşanlamlıdır. Lütfen beni baştan çıkarmaya çalışmayın. Hayatta kalırsam konuşmaya devam ederim".

Yargıçlar kaybetmişti. İçlerinden bir tanesi, "Çok inatçısın Sokrates" dedi.
Sokrates, "İnatçı olan ben değilim" diye yanıt verdi. "İnatçı olan hakikattir, erdemdir. Hakikat ödün nedir bilmez. Küçük bir yaşam için ödün verip de kınanmaktansa ölmek daha iyidir. Zaten yaşlıyım, yakında öleceğim. Ve ölümü kabul etmek çok daha güzel çünkü ölüm de böylece anlam kazanmış oluyor. Onu, ölümün bile beni konuşmaktan alıkoyamayacağı bir zeminde kabul ediyorum."

Socrates'ten Erdem dersi (Anlatan OSHO)

SEVGİ VE KORKU




Sağlık mı? Para mı? Huzur mu? Başarı mı? Aşk mı? Önceliğiniz nedir, ilk önce belirleyici olun.

Bir günlük tutun, duygularınızı ve düşüncelerinizi bu günlüğünüze yazın. Düşünceleriniz nerelerde dolaşıyor, korkuda mı yoksa sevgide mi? Zihninizi izleyin, hangi duygu içerisindesiniz. Olumlu düşünce gücü SEVGİ, olumsuz düşünce gücü ise KORKUDUR, sevginin olmadığı yerde sevgisizlik değil korku vardır. Sevginin olduğu yerde ise korku barınamaz. Bizler ya severiz ya da korkarız zira sevginin zıttı korkudur.
Krishnamurti şöyle der; Düşüncenin kendisi korkunun kaynağıdır. Düşünce zamandır, yarının düşüncesi haz ya da acıdır. Düşünce eğer haz verici ise bunu izler ve bunun bitmesinden korkar. Acı verici olduğundaysa bundan kaçınmak korkuyu doğurur. Dünkü acıyı düşünmek, dünkü acının anısını içeren düşünce, yarın yeniden acı çekme korkusunu yansıtır. Dolayısıyla korkuyu oluşturan düşüncedir. Düşünce korkuyu doğurur, düşünce aynı zamanda hazzıda besler. Korku olduğu sürece mutsuzluk kaçınılmazdır. Korkudan herhangi bir şekilde sakınmak yalnızca onu arttırır ve güçlendirir. Korkudan KAÇINMIYORUM, SAKINMIYORUM, BASTIRMIYORUM, DİRENMİYORUM Yalnızca seyrediyorum. Seyrediyorum, korkunun farkındayım.
Sizin korkuya sebep olan düşünceleriniz nelerdir, KORKULARINIZIN farkına varın. SEVİLMEME mi, GÜVENSİZLİK mi, GÜÇSÜZLÜKmü, DEĞERSİZLİK mi, KAYBETME mi,YETERSİZLİK mi, BAŞARISIZLIK mı, YANLIZLIK mı, ÇARESİZLİK mi, PARASIZLIK mı, veya ÖLÜM mü? Hangi duygu ve ruh hali içerisindesiniz!
Benim içimde şu anda neler oluyor? Bunu dürüst olarak kendinize sorun. Korkularınızı yazın, beni ne korkutuyor? Doğru düşünme ve hissetmeyi yaratma sürecinde bir kararlılık sergilediğimizde, içimizde olanın değişikliği, dış dünyamıza da yansıyacaktır.
OLUMLU DÜŞÜNÜN VE OLAYLARI DÜŞÜNCEDE SERBEST BIRAKIN, YAŞAMINIZDA BİR BOŞLUK YARATIN.
YARATILAN BOŞLUK YERİNE MUTLAKA OLUMLU DÜŞÜNCELER, SEVGİ VE MUTLULUK DOLACAKTIR...


Handan Bucak

4 Nisan 2012 Çarşamba


Felsefe Kulübü

Topluluklar halinde yaşıyoruz. Büyük işyerlerinde çalışıyor, gösterilere gidiyor, toplu taşıma araçlarında seyahat ediyoruz. Ortak eğlencelerimiz, meraklarımız var.
 Her ne kadar birlikte yaşıyor gibi görünsek de her birimizin etrafında yüksek yüksek duvarlar, kendimize ait dünyalarımız. Korunma içgüdüsü, biriktirilmiş korkular, görünmeme dürtüsü, zarar görmeyeyim tuğlalarından örülü devasa duvarlar. Şehirleşme dediğimiz yabancılaşma sürecinin ne olduğunun ipuçlarını yaşam alanlarımıza bakarak bulabilirsiniz. Büyük bloklarda yaşıyoruz. İşe gidip geliyor, hergün aynı rutini yaşıyoruz. Tam bir Metropolis (Fritz Lang,1927) senaryosu. Çoğu zaman yan komşumuzun bile adını bilmeden, sadece soğuk bir sabah günaydını ile kurulu derme çatma ilişkilerimiz var. Asansörlerde özel alanların dar bir alanda çakışması sonucu ne kadar rahatsız olup herkesin ya havaya ya da yere yönelen bakışlarını bir gözleyin.

Evet, insanoğlu toplumsal bir yalnızlık yaşıyor.
 Hepimizin kendine ait değerli şeyleri korumak için etrafına ördüğü duvarları var. O kadar korkuyor ki kendine zarar gelmesinden, bilinmekten, gözlenmekten.
 Dışarıdakiler düşman değil. Hepimiz birer insan olarak hayat dediğimiz yolculukta ilerliyoruz. Eğer kendinize kurduğunuz korku temelli sınırlamalarınzı bir daha yıkılamaz yapılar haline getirirseniz, aynı yolculuğa çıkmış yoldaşlarınızın kendilerine özgü serüvenlerinden öğreneceklerinizden mahrum olursunuz.
 Bir düşünün; dünya büyük mucitlerin bize sunduğu imkanlarla bu günkü haline geldi. Eğer onlar bu değerli kazanımları kendi dünyalarının dışına sunmasaydı, insanlıkla paylaşmasaydı, hala ilkel çağ insanı gibi yaşıyor olurduk. Belki sizin paylaşacaklarınız tekerleğin keşfi gibi dünyayı değiştirecek bir çığır açmaz ama, bir başkasının hayatında önemli bir dönüm noktası olabilir.

Eğer uzun süre kendimizi bir duvar içine hapsedersek, bir süre sonra bu alan bizim konfor alanımız haline gelir. Burada olmak kendimizi güvende hissettirir. Konfor alanı güzeldir, bilinendir, fakat sizin gelişmenizi engelleyen bir uyuşturucu gibidir. Konfor alanınızın dışına çıkmadan büyüme ve gelişme gerçekleşemez. Korkularınızı kenara atın. Korku insanoğlunun birlikte oluşturacağı gücün endişesiyle bize kodlanmış bir durdurucudur. Bu durdurucular sizin ve insanlığın gelişmesini engelleyeceğine, korkularımızı bir kenara atıp kendimizi özgürce ifade etmeye başlamanın zamanı gelmedi mi? Eğer kendimize kurduğumuz bu engellerin ardında kalmayı seçersek herkesle gerçeği, ışığı ve sevgiyi paylaşma fırsatını kaçırırız.
İçinizdeki güzellikleri etrafınızla paylaşın. Biriyle birşeyleriniz paylaşmanız onları bir görüşe sahip olmak için zorlamak demek değildir. Yaşam paylaştıkça güzelleşir ve yüceleşir. Sizin hiç başınıza gelmedi mi? Paylaştığınız bir görüşünüzün, bir başkasının hayatında çok önemli bir dönüştürücü olduğu zamanlarda; "Çok teşekkürler tam duymak istediğim şey" dediğini deneyimlemediniz mi? Hepimiz hem öğretmen, hem de öğrenciyiz. Başka gözlerin sizin yaşadığınız olaylardaki farklı bakış açılarını görmek sizi geliştirir. Bazen başkalarının hatalarından, bazen de deneyimlerinden çok değerli hediyeler bulabilirsiniz. Diğerleri bizim kendimizi tanıma ve gelişme yolumuzda önemli birer yol gösterici, Evren bize diğer insanlar vasıtasıyla ayna tutuyor. Eğer bu sürece farkındalıkla katılırsak dünyasal gelişimde önemli bir katkı sağlayabiliriz. Yaşadığınız süreç içinde dünya üstünde anlamlı bir değişiklik yapmak istiyorsanız, ışığınızın herkes tarafından görülebilmesi için, etrafınıza ördüğünüz o kocaman duvarları yıkın. Tüm kalbinizle paylaşmayı öğrenirseniz başkalarının buna sabırsızlıkla cevap verdiğini deneyimleyeceksiniz. Beliki yaktığınız ufak bir ışık, bir başkasının karanlık hayatını aydınlatacak temel bir kaynak olacaktır.

Yazar: Erkan Sarıyıldız

OSHO - ZEKA
Zeka bir kazanım değildir. Sen zeki doğdun. Ağaçlar kendi tarzında zekidir, kendi hayatları için yeterli zekaları vardır. kuşlar zekidir ; hayvanlarda da öyledir. Aslında dinlerin Tanrı'dan kastettikleri tek şey evrenin zeki olduğudur ; her yerde gizlenmiş bir zeka olduğudur.
Zeka hayatın özünde vardır. Zeka hayatın doğal bir niteliğidir. Tıpkı ateşin sıcak olması ve havanın görünmez olması ve suyun aşağı doğru akması gibi, hayat da zekidir.

By: OSHO
'' Meral Okay ''
Bir gün evi düzenlerken fark ettim. Bir de baktım ki, benden çok Yaman''ın eşyaları var...Küçük küçük poşetlerle sızmıştı. Aşk bir sızma halidir... Yaman o kadar temiz bir adamdı ki ona kızamazdınız. Bir o kadar da yiğitti. Ben derdim ki; bu adam ne zaman yorulacak! Meğer acelesi varmış...Herşeyi o kadar yoğun, hızlı ve coşkulu yaşıyor ve yaşatıyordu ki büyüleyici bir şeydi bu. Ben köşeleri çok olan bir insandım. Yaman beni eğitti... Aşk kendinden vazgeçme halidir, kendi benliğini ezmeden ''biz'' olabilme halidir...İnsan egosu denetlenmesi en güç şeydir. Bunu ancak aşk becerebilir, sadece aşk ile üstünden atlayabilirsiniz... Biz birbirimize karşı çok saygılıydık... Eee bazen de sıkılırdık, hele üç beş aydır bir aradaysak birbirimizin gözüne bakardık, önce kim gidecek diye, böyle nefes molaları da verirdik... Döndüğümüzde yepyeni bir enerji ve hasret bekliyor olurdu bizi... Aşk bazen de bir kıyamama halidir... Şunu çok açık yüreklilikle söyleyebilirim, o benden daha iyi bir insandı...O kadar bebek, o kadar adam, o kadar temiz, onun kadar beklentisiz, onun kadar temiz yaşamayı öğrenmeye çalıştım. Buradan bir öğretmen öğrenci ilişkisi anlaşılmasın...O, o kadar ahlaklı ve temizdi ki, yaşam biçimi ve duruşu karşısında başka türlü olamazdınız. Onun yanında kirli kalamazdınız. Böyle bir şölen gibi, bir lunapark gibi sevdalık yaşayınca bu görkemi taşımayan her şey bir çadır tiyatrosu gibi geliyor insana...Bu ateşle yanma hali o kadar derinden, için için yanıyor ki, dönüp bir başka ölümlüyü yakmaya içi elvermiyor insanın...Yaman’la her günümüz sevgililer günüydü...Eşine bu kadar çok çiçek getiren bir adamı daha analar doğurmamıştır...Biz birçok defa sabah uyanıp birlikte gün doğumunu seyreder, ne bileyim çingene vapuruna binip sabah erken boğaz’ı turlardık.Bugün eksik olan ne? Bu topraklarda eksik, aşk ve mutluluk kutsanmaz, ayrılık ve acı kutsanmıştır... Birlikteliklerdeki tutku kutsanmaz da, ayrılıklardaki tutku kutsanır hep...Yaralarıyla mutlu olmaya daha yatkın bir kültüre sahibiz biz..
 
Meral Okay ~ Bir Nefes İstanbul

SEN ÖZGÜR OLARAK DOĞDUN - OSHO

OSHO - SEN ÖZGÜR OLARAK DOĞDUN !
Sadece sen onu unutmaya koşullandırıldın. Özgürlük sadece sen özgür olmanın sorumluluğunu alabilecek kadar bütünleşmiş olduğunda mümkün olur. Dünya özgür değildir çünkü insanlar olgunlaşmamıştır.

İçsel olarak tam özgür bir insan dışsal olarak özgür olmak için yanıp tutuşmaz. Bir şeyden özgürleşmek hakiki özgürlük değildir. İstediğin bir şeyi yapma özgürlüğü de benim bahsettiğim özgürlük değildir. Benim özgürlük vizyonum senin kendin olmandır.

Moksha, "tam özgürlük", seni bağlayan her şeyden özgürlük, sahte olan her şeyden özgürlük, ölecek olan her şeyden özgürlük demektir. Sahte ve ölecek olan her şeyden özgürleştikçe birden ölümsüzlüğün kapısı sana açılır. Umarım hiçbiriniz bu dansı, bu şarkıyı, bu sonsuza dek süren müziği kaçırmazsınız.
By: OSHO